Sarıhan (Saruhan) Kervansarayı, İpek Yolu'nda doğu-batı bağlantısını sağlayan Aksaray-Kayseri güzergahının Nevşehir sınırları içinde kalır. Avanos ilçesinin 5 km güneydoğusunda, Ürgüp'ün ise 6 km kuzeyinde, Damsa vadisinde yer alır. II. İzzeddin Keykavus zamanında 1249 yılında yaptırılan Sarıhan 2000 m²'lik bir alanı kaplamaktadır.
Kervansaray, klasik Sultan hanları plan-formunda olup, yazlık ve kışlık kısımlardan oluşur. Giriş eyvanı üzerinde mescidi, geniş bir avlusu, girişin solunda çeşmeli bir revak, avlu çevresinde, beşik tonozlarla örtülü 6 odası, 5 sıra ayak üzerine oturan revakları, kapalı kışlık bölümü ve panoramik terası bulunur.
Sarıhan'da yapı malzemesi olarak Kapadokya bölgedeki yaygın bulunan tüf taşlar kullanılmıştır. Üst kısımları yer yer yıkılan han, 1991 yılında restorasyonu tamamlanarak orijinal haline getirilmiştir.
Restore edilmiş olan kervansaray, 49 yıllığına Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden özel bir işletmeye kiralanmıştır. KÜLTÜR ve TOPLANTI MERKEZİ olarak Turizm ve Kültür bakanlığı denetiminde ÖZEL TESİS statüsünde işletmektedir.
İshaklı Hanı, Sâhib Ata Hanı veya Sâhip Ata Hanı, 1249 (Hicrî 647) yılında Sahip Ata Fahrettin Ali'nin yaptırmış olduğu Afyon Konya yolu üzerinde eski ismi İshaklı olan şimdiki Sultandağı ilçesinde bulunan bir Kervansaraydır. Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus yönetim dönemi zamanında yapılmıştır. 11 - 13. yüzyıllarda Anadolu'da, alışılmadık bir siyasi dönem, ticaret, ve sanat çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. Bu kısa ama altın çağ, Haçlı Seferleri ve Moğol istilâları ile zayıflamış, Selçuk Sultanları başkentleri olan Konya'dan bu savaşları yönetmişlerdir.
Mimarı ve yapı tipi
Mimarı o zamanın en ünlü mimarları olan Kölük bin Abdullah (Arapça: ك؛لُك بِن اَبدُلَّه) ve Kaluyan El-Konevi (Arapça: خاَلُياَن آل كْنءڤِ)'dir
Yapı tipi, yazlık denilen avlulu, kışlık denilen kapalı bölümlü, kapalı bölümü avludan küçüktür. Kapalı bölüm iki taraflıdır, ve her taraf beş kubbelidir. Hanın yüzü batıya doğru bakıp, ve yol kenarında bulunur. Avlunun ortasında yükseltilmiş köşk mescit (masdschid) yer almaktadır. Mescit, kare planlı dört kemer ayağı üzerine oturtulmuş ve ibadet mekânı, zeminden yükseltilmiştir, doğu ve batı cephesinde yer alan pencere açıklıkları da silmelerle vurgulanmıştır. Köşk Mescid dış duvara 20 derece eksende, yönü kıbleye doğru yapılmıştır. Girişi kıbleye bakan tarafın tam öbür yönünde olup, merdivenleri iki taraftadır. Ayrıca avlu'nun tam ortasında bir kuyu bulunur. Kervansarayın kuzeydoğu cephesi, Anakapının yer aldığı 37,70 m uzunluğundaki giriş cephesidir. Önyüzün ortasında bulunan anakapı, 7,30 m genişliktedir. Önyüzde, ikisi köşede olmak üzere dört payanda[1] yer almaktadır. Kuzeybatı ve güneydoğuda yer alan kare planlı payandalar 0,90 m duvardan öne doğru gelmektedir. Kare planlı payandalar ile anakapı arasında, çapı 1,88 m olan yarım daire planlı payandalar yer almaktadır. Kuzeybatı yönünden güneydoğu yönüne doğru kare planlı payanda ile yarım daire planlı payanda arası 6,24 m, yarım daire payanda ile portal arası 5,16 m.dir. Ana kapı güneydoğu yönünde ana kapı ile yarım daire planlı payanda arası 5,14 m, yarım daire planlı payanda ile kare planlı köşe payanda arası mesafe 6,11 m'dir. Dış duvarların kalınlığı 1.60 metredir.
Amasya ili Gümüşhacıköy ilçe merkezinde, Köprülü Camii'nin güneyinde yer alır. Köprülü Mehmet Paşa tarafından 1660 yılında kendi adına camiinin külliyesi olarak yaptırılmıştır. Doğu-batı yönünde ince uzun dikdörtgen planlıdır. Dört kapılı yapının özellikle meydana bakan kapısı diğerlerine göre daha özenli olup üzerine 1900 yılında Yanyalı Mustafa Paşa’nın oğlu Ali Rıza Bey tarafından saat kulesi ilave edilmiştir.
Arada uzun dikdörtgen iki yanına sıralanmış beşik tonoz örtülü dükkanlardan oluşmaktadır. Avluya bakan cepheler her bölümü oluşturan yüksek sivri kemerler ve bunların aralarındaki payandalarla süslüdür. Üst kısımda cephe boyunca payandaların çevresini de dolaşarak uzanan derin silmeler iç mekana ayrı bir görünüm ve hareket kazandırmıştır.
Zamanla yapılan restorasyonlar sonucu kısmen değişikliğe uğrayan bedestenin giriş kapılarındaki kırmızı-beyaz kemer örgüsü dikkat çekmekte olup yapıya ayrıca renk katmıştır. 1900’lerde yapılan saat kulesinin yıkılması üzerine yerine bugünkü kulelerin yapıldığı bilinmektedir.
İpek yolu üzerinde yer alan Selçuklu eseri Obruk Hanı'nın restorasyonu devam ederken, hanın Obruk Gölü manzarasıyla turistlerin uğrak yeri olacağı bildirildi.
Konya Vakıflar Bölge Müdürü İbrahim Genç, Çin'den Anadolu'ya uzanan tarihi İpek Yolu'nun ülkemizde Erzurum, Sivas, Kayseri, Nevşehir, Aksaray, Konya güzergahından iki kola ayrılarak Antalya ve İzmir'e ulaştığını söyledi.
İpek Yolu'nun Kapadokya'dan sonra Konya sınırlarına girildiğinde ilk hanın Obruk Hanı olduğunu belirten Genç, ''Obruk Hanı'nın devamında yol ikiye ayrılarak, Akşehir yönüne uzanan birinci yolda Zulmanda Han, Zıvarık Hanı, Kadınhanı, Ilgın'da Lala Mustafa Paşa Kervansarayı bulunurken, Konya'ya doğru uzanan ikinci yolda ise Zazadın Han, Horozlu Han, Hocacihan Hanı, Altunapa Hanı, Kızılören Hanı, Kuru Çeşme Hanı yer alıyor'' dedi.
Selçuklu dönemi eseri olan han ve kervansarayların İpek yolu üzerinde çok amaçlı kullanıldığını kaydeden Genç, ''Bir günlük yürüyüş yolu mesafesinde ortalama 20 ile 30 kilometre aralıklarla inşa edilen han ve kervansaraylar, konaklama başta olmak üzere, kervanların çeşitli ihtiyaçlarını karşılarken, ticaret yolu üzerindeki güvenliği de sağlamışlardır'' dedi.
Onarımı Tamamlanan Tarihi Alacahan Kervansarayı Açıldı
Vakıflar Genel Müdürlüğünce Onarıldıktan Sonra Belde Belediyesince de Çok Amaçlı Kültür Merkezine Dönüştürülen Tarihi Alacahan Kervansarayı, Düzenlenen Törenle Açıldı
Sivas'ın Kangal ilçesine bağlı Alacahan beldesinde, Vakıflar Genel Müdürlüğünce onarıldıktan sonra belde belediyesince de çok amaçlı kültür merkezine dönüştürülen tarihi Alacahan Kervansarayı, düzenlenen törenle açıldı.
Açılış töreninde konuşan Sivas Valisi Ali Kolat, milletlerin büyüklüğünün yaptığı eserlerden belli olduğunu belirterek, 'Bakın geçmişimizden gelen bu tarihi mekan, gurur verici bir alan. Atalarımız geçmişte bu güzel mekanları yaparak misafirperverliğini, dostluğunu, güvenini ortaya koymuşlar' dedi.
Bu kervansarayda eskiden yolcuların 3 gün ücretsiz olarak konuk edildiğini, hayvanlarının bakımının ve beslenmesinin yapıldığını, 3 günden sonra kalan kişilerin ise ücret ödediğini anlatan Kolat, hanların, kervansarayların eski dönemlerdeki önemine dikkati çekerek, 'Bu mekanlar fevkalade önemlidir' dedi.
Roped four abreast, the column of camels shuffled in the darkness across the rocky plain, each following the shadowy forms of the four in front. The drivers and passengers intermittently dozed in the saddle, then jerked awake, then dozed again. From a distance the sweeping train was marked by the swaying of lanterns and the faint accompaniment of tambourines.
In the east the sky lightened, marking the caravan's 40th morning, now in a landscape shaped by volcanic upheavals. As the sun rose, so did the temperature. Camels gurgled, brayed, balked and strode on, as tired as the pilgrims riding them and the hardy ones on foot, all stolidly going on at the insistent command of the caravan leaders.
It was a sharp-eyed camel boy at the head of the column who first spotted the tiny smudge on the horizon, appearing, then disappearing in the shimmering light. Pushing toward it, the caravan moved onto the floor of a small valley, then forced its way up a steep ridge and stopped. Everyone looked, their gazes awash with emotion born of a lifetime of faith and months, even years, of travel. In the valley of Abraham not far off, its whitewashed houses glistening in a little island of green, was the realization of the pilgrims' extraordinary exertions: Makkah, the City of God.
he Hajj, as the pilgrimage to Makkah is called in Arabic, is the fifth and final pillar of Islam. Performing it at least once is required of every Muslim who is able. A deeply spiritual event, it underscores the historical continuity of Islam's 14 centuries. By returning to pray at the site of the Ka'bah, and by commemorating in the rites of the ‘Id al-Adha Abraham's willingness to sacrifice his son at God's command, Muslims annually reinforce the links that bind them to each other, to the Prophet Muhammad and to the beginnings of monotheism.
From Islam's earliest years in the seventh century, the desire to perform the Hajj set large numbers of people traveling to Makkah, the heart of Islam, and to Madinah, the city where the first Muslim community formed and where the Prophet Muhammad is buried. As a result, certain existing trade roads took on new importance and new routes developed that crisscrossed the Muslim world. To ease the pilgrims' journey, and for the sake of reward in the hereafter, rulers and wealthy patrons built caravanserais, supplied water and provided protection along these roads to Makkah and Madinah. Individual Muslims, in the name of charity, helped others to make the journey, and giving to poor pilgrims was considered a pious act.
So beyond what each pilgrim's Hajj meant to him or her spiritually, the Hajj took on great importance as a social phenomenon, contributing enormously to forging a melded Islamic culture and a worldwide Islamic community whose shared characteristics bridged differences of nationality, ethnicity and custom.
Over the centuries, the padding of human and animal feet and the muffled sounds of their caravans were heard through every valley, village and mosque from the Atlantic shores of Africa and the Iberian Peninsula to the Pacific coast of China, from Zanzibar in the south to the Caucasus and Central Asia in the north. The stream of pilgrims passed even the most out-of-the-way corner of the Dar al-Islam (the Islamic world), and everywhere everyone knew someone who had been on the Hajj. Each passing pilgrim was a tangible reminder of the scope of the faith and the reach of the culture.
Paintings by one or more anonymous artists appear in The Maqamat (The Assemblies) of al-Hariri, a collection of stories and poetry that the author wrote in Baghdad near the beginning of the 12th century. It was recopied many times, and the paintings date from the early 13th century. Above, a group of pilgrims sets off toward the Holy Cities. (Photos12 / Bibliothèque Nationale De France.)
Hajj was the heartbeat of the Earth's first genuinely transcontinental culture. The Dar al-Islam, for nearly a millennium, was a composite Afro-Eurasian free-trade zone through which not only pilgrims but also traders, merchants and bureaucrats traveled with relative freedom and ease. By creating and nurturing this commons, the Hajj expanded the possibilities of science, commerce, politics and religion.
Pilgrims quickly discovered that, within the vast network of the Hajj, they were never really outsiders. Music, dress and accent could change a dozen times between Tangier and Delhi or between Samarkand and Makkah, yet the calendar, etiquette and much of human behavior remained almost identical. Everywhere Muslims prayed five times at the same times each day facing Makkah, everywhere they fasted together during Ramadan, everywhere they joined the pilgrims in sacrificing an animal at the end of the Hajj rituals, everywhere they practiced hospitality, and everywhere they drew their laws from the Qur'an.
Commerce was supported by the system of caravan and sea routes. The closer one got to Makkah, the more the Hajj roads were the main arteries of this system, swelling with pilgrims from all points of the compass. No traveler came to the Holy Cities empty-handed, for some carried goods to pay their way, others bore local news that they carried among the provinces, and more learned ones brought the latest concepts and ideas, essential nutrients for the intellectual life of the Dar al-Islam.
The Hajj likewise affected many who were not on the road. The desire to assist the pilgrim's orientation, observation and movements spurred Muslim advances in mathematics, optics, astronomy, navigation, transportation, geography, education, medicine, finance, culture and even politics. The constant flow of pilgrims turned the trails into channels of cultural and intellectual ferment.
Two of The Maqamat’s characters, al-Harith and the narrator and traveler Abu Zayd, bid each other farewell before the pilgrimage. (Art Resource / Erich Lessing / Bibliothèque Nationale De France, MS. ARABE 58747, FOL.22.)
To go on the Hajj during the first 13 centuries of Islam required far more than booking a flight through a travel agent. It was an extraordinarily long and difficult marathon across often unforgiving terrain, and an individual's travel could take years or even decades if he had to stop en route to work and save before setting out again. The land routes were often littered with the remains of caravans ravaged by raiding tribes, stricken by disease, short of water or just plain lost, and every seafaring pilgrim knew that the sea had swallowed many a boat. The risks often taxed pilgrims to their limits, but this did little to inhibit the remarkably steady flow of the Hajj. It outlasted empires and persisted through war, famines and plagues.
The journeys of the past inspired Muslims for centuries and provided images and experiences of real sacrifice, absolute faith and exaltation. The Hajj—or more precisely, the pilgrims, the caravans and the routes that comprised it—became the glue binding together the whole of Islamic civilization. The journey to Makkah has always been more than just the destination.
An old man and a young man of modest means take their rest in front of the fine tents of wealthy pilgrims. (Art Resource / Giraudon / Institute of Oriental Studies, St. Petersburg, MS. C-23, FOL. 438.)
aravan travel is probably as old as civilization. Most pilgrims experienced two segments of it, the first, the journey between home and one of the three great marshaling points at Baghdad, Cairo or Damascus. From there, the second segment was the formal, annual Hajj caravan to Makkah.
To reach the marshaling points, some came by boat, braving the waters of the Red, Black, Mediterranean or Arabian Seas, as well as the Arabian Gulf and the Indian Ocean. The vast majority, however, spent months slowly crossing great tracts of land. Pilgrimage from lands such as Indonesia or Morocco could entail round-trip journeys of 16,000 kilometers (10,000 mi) or more. In the 14th century, it took Ibn Battuta nine months to traverse just the northern coast of Africa, from Tangier to Cairo.
Some part of the distance and duration was by design. Some outlying Hajj roads do not follow the shortest distance between two points, but were intended to allow the pilgrim to visit mosques and holy places along the way to Makkah. For the pilgrim, the Hajj was not merely a religious duty, but also a process of personal renewal and growth.
Pilgrims carried the provisions they needed. The inbound caravans were well-supplied if the person traveling were rich, but the poor often ran short, and they often interrupted their journeys to work, save up their earnings and continue.
Until about 1930, when King ‘Abd al-‘Aziz Al Sa‘ud brought the tribes of Arabia under one flag, the pilgrims' danger was greater the nearer they came to the Holy Cities. The climate was harshest in the Hijaz, where water was at its scarcest and banditry by tribes who made a living on caravans of all sorts was at its most rampant. Together, these factors made joining one of the major caravans a virtual necessity, and protecting those caravans became a major responsibility of the ruling power of the time. Failure to assure the security of the Hajj caravan was seen as a tacit abdication of political legitimacy.
Although some pilgrims always came to Makkah by sea, through the port of Jiddah, their numbers were far less significant than overland travelers' until the 19th century. Likewise, while there were also northbound caravans from Yemen, their numbers too paled by comparison with the great caravans from Damascus, Cairo and Baghdad.
Selçuklu kervansarayından birisi olan Sultanhan, Aksaray'ın 42 km. batısında, Sultanhanı kasabasında bulunmaktadır. 1229 yılında, Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından yaptırılmıştır. Bir yangın geçiren han, Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, 1278 yılında onarılmış ve bir miktar genişletilmiştir. Selçuklu devrinin mimari taş işçiliği ve süsleme sanatları bakımından şaheser bir örnektir.
Sultan Hanı birbirine bitişik uzunlamasına iki bloktan oluşmaktadır. Öndeki bloğun doğu tarafındaki duvarında, geometrik şekillerle bezeli muhteşem bir mermer kapısı vardır. Kapının sivri kemerinin hemen altında "Elminnetül Lillah" (Minnet Allah'adır) yazılıdır. Mihrapta ise "Büyük Sultan, din ve dünyanın yücesi, fetih babası Keyhüsrev oğlu Keykubad, izzeti devam etsin" yazmaktadır. Kapıdan büyük dehlize ve oradan da hanın avlusuna geçilir. Avlunun sağ tarafında arabalara mahsus revaklı bölmeler, ortasında bir mescit, solunda da yolcuların kaldığı odalar vardır.
Kazıklı Kervansarayı, Gölcük Belediyesi tarafından yaptırılan başarılı restorasyon çalışmasıyla hayata döndü… Yıllarca kaderine terk edilen tarihi yapı, şimdi bütün güzelliği ve ihtişamıyla gülümsüyor.
Kültür mirasımız olan tarihi eserlerin bir kısmı günümüze ilk şekliyle ulaşabilmiş olsa da; ülkemizde olduğu gibi, ilimizdeki tarihi eserlerin de büyük çoğunluğu zamanın etkilerine direnemiyor. Yüzyıllar içinde meydana gelen depremler, doğanın yıpratıcı etkisi ve insanların bu eserleri bilinçsizce kullanıp tahrip etmesi, asırlar öncesinden izler taşıyan bu yapıların harabeye dönüp, senelerce atıl durumda kalmasına sebep oluyor. Tarihi eserlerimizin hak ettiği değeri görmesinin birinci şartı ise insanlarımızın bu eserler konusunda bilinçlendirilmesi ve konuya olan ilgilenin arttırılması.
KAZIKLI KERVANSARAYI Bu hafta, bizleri yüzyıllar öncesinden selamlayan görkemli bir yapıyı ziyaret ettik: Kazıklı Kervansarayı… İlimizde bulunan en önemli tarihi eserlerden biri olmasına rağmen bilinçsiz ellerde harap olan ve senelerce kaderine terk edilen bu yapı, Gölcük Belediyesi tarafından gerçekleştirilen başarılı restorasyon ve ek iç yapı projesiyle yeniden hayat bularak, tarihteki yolculuğuna kaldığı yerden devam etmeye başladı. Hayata geçen projeyle, son derece şık bir kültür yapısı haline getirilen Kazıklı Kervansarayı çok amaçlı salonu, geniş bahçesi, şık fuayesi ve şirin kafeteryasıyla artık sadece Gölcüklülerin değil, tüm Kocaeli`nin gurur duyacağı bir merkez.
İPEKYOLU GÜZERGAHINDA Kazıklı Kervansarayı`nın olumsuz şartlardan kurtulup kamu yararına kullanılmasını sağlamak için yaptığı girişimle, yapının yeniden insanlarla buluşmasına öncülük eden Gölcük Belediye Başkanı Mehmet Ellibeş, kervansarayın tarihi ve geçirdiği süreçler hakkında şunları söyledi:
“Kazıklı Kervansarayı Başbakanlık Osmanlı Arşivi kayıtları ve seyyah notlarına göre 16. Yüzyılın ortalarında inşa edilmiş. Hacı Hamza Bin İvaz tarafından Kanuni döneminde 1550`lerde yaptırılan kervansaray, Osmanlı İpekyolu güzergahı üzerindeki bir menzil yapısıymış. İstanbul`dan yola çıkan kervan ve hacıların önemli bir uğrak noktası olan bu yapıyı, Anadolu yönüne sefere çıkan Osmanlı ordusu da konaklamak için kullanırmış. Yaşanan depremlerin etkisiyle hasar gören yapı, bir süre depo olarak kullanıldıktan sonra, Kurtuluş Savaşı`nda gösterdiği başarılardan dolayı Zobuoğlu Hasan`a tahsis edilmiş. Daha sonraki yıllarda bu kişinin ailesine geçen yapı, 1999 depremine dek sebze ve meyve ekim alanı olarak kullanılmış. Kazıklı Kervansarayı depremin etkileri, doğaya açık olması ve bilinçsiz kullanımdan oluşan zararlar nedeniyle gün geçtikçe daha da çok hasar görmüş”.
Gölcük Belediye Başkanı Mehmet Ellibeş yaptıkları hizmetlerle klasik belediyecilik anlayışından farklı olmak istediklerini ifade ederek, rutin görevlerini yerine getirmenin dışında, sosyal uygulamalar yapmayı da hedeflediklerini söylüyor. Ellibeş “Bu zamana kadar değeri bilinmeyen, zarar verilen bu değerli yapıya tekrar hayat vermek bizim için çok önemli” diyor.
200 metre uzunluğunda ve 99 metre yüksekliğinde, bugün Alman Köprüsü diye bilinen "Varda Köprüsü" tarihi eser niteliği ile beraber aynı zamanda bir mühendislik harikasıdır.
Alman Köprüsü, Berlin-Bağdat Demiryolu tarihteki İpek Yolu'nun yerini alacak Batı ile Doğu'nun önemli köprüsü olarak 1900'lü yılların başında Almanlar tarafından yapıldı. 1888 Yılında Osmanlı İmparatorluğu'ndan Sultan 2. Abdülhamit ile Almanya Kralı Kaizer Willheim II tarafından yapılan anlaşmayla, Bağdat demiryolu inşaatı Almanlara verildi. Alman Deustche Bank'ın ayırdığı krediyle 15 yılda tamamlanan demiryolunun en zor kısmı Toroslarda ortaya çıktı.
1888 yılında II. Abdulhamit ile Alman İmparatoru Kaiser Willhem tarafından imzalanan sözleşmeyle Haydarpaşa'dan Bağdat-Halep-Şam'a kadar demiryolu ağı kurulması öngörüldü. Bu projeyle, Osmanlı'nın asker, eşya ve yolcu taşıması, Almanların da ihtiyaç duyduğu petrol kaynaklarına ulaşması planlandı. Haydarpaşa'dan Eskişehir, Konya, Ereğli, Pozantı, Adana güzergahını izleyen Bağdat Tren Hattı'nın en önemli ve zor geçiş noktası olan Belemedik bölgesinde, 1905 yılında Almanlar tarafından 12 kilometre uzunluğunda, 22 tünel açıldı.
Siirt’te bulunan Çattepe Höyük’teki kazılar, Botan ile Dicle’nin birleştiği noktada önemli bir tarihi liman kentini açığa çıkardı.
Siirt'in Kurtalan ilçesinde bulunan Botan Vadisi’nde, Ilısu Barajı’nın su tutma havzasında kazı çalışmaları 2002′de Türbe Höyük’le başladı. Çalışmalar 2007′deki Başur Höyük ve 2009′daki Çattepe Höyük kazıları ile devam ediyor. Bu yıl başlayan Çattepe Höyük kazısı, özellikle ortaçağ buluntuları açısından bölge arkeolojisine yeni bir ivme kazandıracak gibi gözüküyor.
Botan Çayı, Kurtalan ilçesine bağlı Çattepe köyü yakınında Dicle’ye kavuşur. Botan’ın bittiği, Dicle ile birleştiği alanda bulunan Çattepe Höyük, jeopolitik konumu nedeniyle Botan Vadisi’ndeki önemli arkeolojik yerlerden biri. Buluntular bu stratejik yerleşimin prehistorik dönemlerden günümüze kadar iskân edildiğini gösteriyor. Ayrıca höyük üzerinde Geç Roma-Erken Bizans dönemine tarihlenen, yüksekliği yer yer dokuz on metre arasında korunmuş ve birkaç farklı yapım evresi geçirmiş sur yapıları bulunuyor. Kalıntılar, yerleşimin İS 2.-3. yüzyılda Geç Roma İmparatorluğu’nun doğu savunma sisteminin bir parçası olduğunu kanıtlıyor. Arkeolojik kanıtlar ayrıca Çattepe’nin İS 4. yüzyılda doğudaki İran-Sasani İmparatorluğu’nun etkisinde kaldığını gösteriyor.
Çattepe’nin ortaçağ Arap belgelerindeki adı Tell-Fâfân. Burası 10. yüzyılda önemli bir liman haline geldi. Çünkü Dicle burada en büyük kollarından Botan Nehri ile birleşmekte ve su debisini iki katına çıkararak nehir taşımacılığı için oldukça uygun bir zemin oluşturmakta. Kazı çalışmalarında Çattepe’de bir liman yapısı açığa çıkartıldı. Bu yapı Dicle üzerinde bulunan ilk liman yapısı; Anadolu’daki diğer nehirlerde de örneklerinin olabileceğini akla getiriyor. Yerleşimin Dicle tarafında ortaya çıkartılan liman yapısı, höyüğün güneybatı yamacına inşa edilmiş, Dicle’nin sularına karşı güçlü duvarlarla koruma altına alınmış.
Sinop ili Durağan ilçesinde, İsmail Bey Camisi’nin (Eski Cami) yanında bulunan Durakhan Kervansarayı kitabesinden öğrenildiğine göre, Selçuklu veziri Müinüddin Süleyman Pervane tarafından 1246 yılında yaptırılmıştır. İç Anadolu ile Karadeniz bölgeleri arasındaki ticaret yolu üzerindeki han, yöre halkı ve yolcular tarafından Durakhan olarak anılmıştır. Bu nedenle de bulunduğu ilçenin adı Durakhan olmuş, zamanla halk dilinde Durakhan Durağan’a dönüşmüştür.
Hanın kitabesi yerinden düştükten sonra korunması için İsmail Ağa Camisi’nin duvarına konulmuştur. Bu kitabeden Bekir Başoğlu Boyabat isimli kitabında söz ermektedir.
Kitabe:
"Emre bi imareti hazin - i Han İl menrure fi eyyami Devlet -iz Sultan.
El a'zam Şehinşah ile muazzam itibar üd-dünya ve'ddin Ebül Fatih Teyhüsrev.
El isfehar i-muazzam Melik-i Mülük İl-Ümera vel-vüzera emin üd Devleti ve'ddin avn ül-islam.
Perdvenetü A'zam Süleyman ibnü Ali a'lellahü şenehü nazara ehell ül abdi aakarühüm güher başübnü Abdillahfi zilhicce sene erbaun, sittine ve sittemiye."
Arapça olarak yazılmış olan bu kitabenin mealen anlamını Bekir Başoğlu şöyle açıklamıştır:
“İslam’ın ve Müslümanların dinin ve devletin yardımcısı vezir, emir ve meliklerin meliki dünyanın ve dinin itibarı Fatih'ler babası Ulu Sultan Keyhüsrev'in emriyle bu Kervansarayı h. 644 (1246) yılında büyük Pervane Süleyman bin Ali yaptırmıştır. İnşaatı kulların fakiri Kühürbaş Bin Abdullah nezaret etmiştir.”
Bir Osmanlı Kalyonunun Yapım Teknolojisi ve Şehbâz-ı Bahrî Örneği
Şehbaz-ı Bahrî
“XVIII. Yüzyılda Kalyon Teknolojisi ve Osmanlı Kalyonları” adlı teziyle İstanbul Üniversitesi Akdeniz Dünyası Araştırmaları Yüksek Lisans Programı mezunu Sinan Dereli tarafından Osmanlı gemi inşa teknolojisine dair bir sunum yapıldı.
Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğünce düzenlenen ve “Bir Osmanlı Kalyonunun Yapım Teknolojisi: Şehbaz-ı Bahrî Örneği” başlığını taşıyan sunum, Prof. Dr. İdris Bostan’ın açılış konuşmasıyla 15.03.2011 tarihinde saat: 15.00’te Deniz Ticaret Odası Meclis Toplantı Salonunda gerçekleşti.
Programa, Denizcilik Müsteşarlığı Deniz Ticareti Genel Müdürü Mehdi Gönülalçak, Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürü Cemalettin Şevli, İstanbul Teknik Üniversitesi Denizcilik Fakültesi’nden öğrenciler katıldı.